TARİHSEL SEYRİ İÇİNDE BULGARİSTAN TÜRKLERİNİN DURUMU VE TÜRKİYE’NİN BÖLGE TÜRKLERİNE YÖNELİK POLİTİKALARI |
Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Ensititüsü İnkilap
Tarihi Anabilim Dalı Doktora Öğrencisi, www.bilginet.com/raporlar/bilimsel/bulgturk.htm |
ÖZET 1877-78 Osmanlı - Rus Savaşı sonrası imzalanan Berlin Antlaşması ile Osmanlı Tuna vilayeti topraklarında Bulgaristan Prensliği kurulmuştur. Daha sonra bu prenslik 1885’de Balkan Dağları güneyindeki Doğu Rumeli Vilayeti’ni ilhak ederek büyümüş ve 1908’de ise krallık ilan ederek bağımsız olmuştur. Bu makale kapsamında Bulgaristan’ın kuruluşundan günümüze bölge Türklerinin genel durumu ve Türkiye’nin Bulgaristan Türkleri politikası incelenmektedir. Önemli tarihi dönemeçler de dikkate alınarak bu inceleme; Osmanlı dönemi, Neuilly Antlaşması sonrası dönem ve 1989 sonrası demokratik dönem olmak üzere üç ana safhaya ayrılmıştır. Osmanlı dönemi; prenslik ve krallık devrelerini kapsarken, Neuilly Antlaşması sonrası sonrası dönem; Çiftçi Partisinin iktidarda bulunduğu, Faşist, Birinci Sosyalist ve İkinci Sosyalist devreleri şeklinde ele alınmaktadır. |
ABSTRACT An autonomous |
GİRİŞ XVIII. yy başlarında Çar Petro, sıcak denizlere ulaşmadan Rusya’nın varlığını sürdürme ve büyümesinin mümkün olamayacağını belirtiyor ve bunu milli bir amaç olarak gelecek kuşaklara gösteriyordu. Bu amacın gerçekleşmesi, Osmanlı Devleti ile yapılacak savaşlara ve kazanılacak topraklara bağlıydı. Çar Petro komutasındaki Rus ordusunun 1711’de Osmanlı ordusu karşısında bozguna uğramasına rağmen 1768 ile 1829 yılları arasında yapılan 6 savaşı da kazanan Ruslar, Kırım, Ukrayna, Kafkasya ve Kuzey Azerbeycanı alarak Balkanlar ve Doğu Anadalu’da karadan ve Kara Denizde ise, denizden Osmanlı Devleti ile ortak sınıra sahip olmuştu. Aynı dönemde Osmanlı Devleti, bilim ve teknolojide geri kaldığı gibi iç çekişme ve huzursuzluklar, askeri ve idari kadrolardaki görevlilerin rekabet ve kutuplaşmaları gibi bir çok nedenlerle her geçen gün gerileme ve zayıflama emareleri başgöstermiştir. Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu bu şartlara bir de ağır Rus baskı ve oldukça yıpratıcı savaşlarının eklenmesi ile durum daha da vahimleşmişti. XIX. yy’da çeşitli Balkan halkları, Rusyanın kışkırtması ile bazı isyanlara teşebbüs etmişlerdir. Ruslara ağır bir darbe indirmeden Osmanlı Devletinin rahat bir nefes alamayacağını gören Reşit Paşa, mahir bir diplomasi ile İngiltere, Fransa ve Sardunya (İtalya) devletleri ile ittifak kurarak Ruslara karşı Kırım Savaşını başlatır (1853). 2.5 yıla yakın süren ve çok kanlı geçen muharabelerden sonra müttefik orduları, Rus birliklerini ağır bir yenilgiye uğratır ve 1856’da Kırım’ı işgal eder (Yeni Türk Ansiklopedisi, 1985: 1834, 2842). Kırım Savaşı sonunda imzalanan Paris Antlaşması ile Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğü teminat altına alınmış, Kara Deniz tarafsız bir hale getirilmiş ve bu sularda tersane ve donanma bulundurulması yasaklanmıştır (Aydın, 1992: 4). Bu durum, belirli bir süre için de olsa Türkiye’yi rahatlatıyordu. BULGARİSTAN’IN DOĞUŞU Diğer Balkan milletleri gibi Bulgarlar da, milliyetçilik duyguları ve Rusya’nın teşvik ve tahrikleri ile XIX. yy’da Osmanlı Devletinden ayrılarak bağımsız bir devlet kurma çabası içine girmişlerdir. Bulgar milliyetçiliği; Fransız ihtilalinin etkisi, eğitim faaliyetlerinin yaygınlaşması, Bulgar kilisesinin Fener Rum kilisesinden ayrılarak bağımsız olması ve etki alanının da daha sonra kurulacak Bulgaristan coğrafyasını kapsaması gibi sebeplerle gelişmiştir. Rusyanın teşvik ve tahrihleri ise, Balkanlarda kurulacak ve Ege Denizinde sınırı olacak bir devlet vasıtası ile sıcak denizlere açılma hesabına dayanmaktadır (http://www.... /bulgahist.htm). Kırım’da yediği
darbe sonrası Rusya, Osmanlı Devletine karşı saldırgan tutumunu bir süre için
tehir etmekle birlikte, bir taraftan çeşitli yardım dernekleri vasıtası ile
Panslavist bir siyaset güderken diğer taraftan da Paris Antlaşma hükümlerini
değiştirmek için fırsat kollamıştır. Müteakip zaman diliminde Rus teşvik,
tahrik ve desteği ile Balkanlarda çeşitli isyan hareketleri görülmüştür. Bu
tür hadiseler, Osmanlı Devletinin zamanında aldığı çeşitli idari ve askeri
tedbirlerle bastırılmıştır (Aydın, 1992: 4-6; Ünal, 1977: 282-287). Ancak
Rusların hasretle beklediği fırsat, Eylül 1870’de Fransa’nın
Prusya’ya yenilmesi ile oluşuyordu. Birliğini sağlayan Almanya,
Avrupa’daki tüm hesap ve kuvvet dengelerini değiştirmektedir. Rusya,
Paris Antlaşmasını imzalayan devletlere 31 Ekim 1870’de gönderdiği nota
ile, artık Kara Deniz’in tarafsızlık statüsü ile burada tersane ve
donanma bulundurma yasağını Avrupa’nın
desteğini temin Savaşın
kaybedilmesinden sonra Türk ve Rus heyetleri arasında 3 Mart 1878’de
Yeşilköy Antlaşması imzalanmıştır. Buna göre; Doğu Anadolu ve Rumeli’de
büyük Osmanlı toprak kaybının yanısıra Romanya, Sırbistan ve Karadağ’ın
bağımsızlığı ve Tuna eyaletinde kurulacak geniş bir Bulgaristan Prensliği de OSMANLI DÖNEMİNDE BULGARİSTAN TÜRKLERİ Prenslik Dönemi ( 1878 - 1908 ) Türkler, yaklaşık bin yıldır Balkanlarda yaşamaktadır (Turan, 1996: 13). XVI. yüzyılda Bulgaristan nüfusunun büyük bir kısmını Müslüman Türkler teşkil ediyordu (Korkud, 1986: 4). Bulgaristan Türkleri, genelde Osmanlı döneminde Anadolu’nun çeşitli yörelerinden Rumeli’ye gitmiş yörüklerden oluşmaktadır. Bu yörük grupları arasında; Vize (Hayrabolu olarak da anılır), Naldöken, Tanrıdağı ve Karagözler önemli bir yer teşkil etmektedir (Toğrol, 1989: 12-15). Osmanlı döneminde Anadolu’dan bölgeye göçen Türkler, buradaki yerli Türk halkla kaynaşıp çoğalmışlardır. Böylece bölgede bir Türk varlığı oluşmuştur. Hoşgörülü ve adil Osmanlı yönetimi altında Bulgarlar, milli varlık ve kültürlerini koruyabilmişlerdir (Tarihte Türk Bulgar İlişkileri, 1976: 112-113). Osmanlı
İmparatorluğu; Asya’da Anadolu, Avrupa’da Rumeli ve ortada
başkent İstanbul jeopolitik dengesi üzerine kuruldu ve yaşadı (Şimşir, 1987:
47). 1876’da Tuna vilayetinin altı sancağında ( Bölge
Rus işgaline düşmüş ve Berlin andlaşması ile, Balkan dağları kuzeyinde bir
Bulgaristan Prensliği ve güneyinde ise, Doğu Rumeli Vilayeti kurulmuştu. Bu
iki bölge yönetimi de fiilen Bulgarların eline geçmiştir (Tarihte Türk Bulgar
İlişkileri, 1976: 112-113). 93 Harbi sonrası Rus askeri birlikleri bölgeden
çekildikten sonra Bulgarlar, Türklere karşı tam bir baskı ve zulüm politikası
uygulayarak göçe zorladılar. Binlerce Türk kurşuna dizilmiş, hamile kadınlar
katledilmiş, camilere doldurularak yakılmışlardır. 1883 yaz ortasından
itibaren üç aylık dönemde 200 bin Türk, Türkiye’ye geldi. Bu göçler,
1886-90 arasında 75 bin, 1893-1902 arasında 70 bin olarak sürmüştür. Savaş
sonrası kısmen yaralar sarılmış ve Türkler bazı kültürel haklar elde
etmişlerdir. Bulgaristan, 1885’te Balkan Dağları güneyindeki Doğu
Rumeli vilayetini ilhak ederek büyümüştür (Toğrol, 1989: 69). 1864’de
kurulan Tuna Vilayeti “pilot bölge” seçilerek Mithat Paşa'nın
yönetimi altında, eğitim alanında büyük atılımlar yapmış ve ülkenin en ileri
bölgelerinden birisi olmuştu. 1875’te bu vilayette Türklere ait; 2700
ilkokul, 40 ortaokul ve 150 medrese bulunuyordu. Ancak Osmanlı-Rus savaşı
esnasında Türk eğitim kurumları yakılıp yıkılmış ve büyük darbe yemişti. 1886
yılından itibaren Bulgaristan Türk eğitimi, yavaşta olsa bir toparlanma
dönemine girmiştir. 1894/95 öğretim yılında, 1284 ilk ve 16 orta okul olmak
üzere Bulgaristan Türklerinin 1300 okulu faal durumdaydı. Ancak Türk
okulları, devlet desteğinden yoksun olduklarından araç-gereç ve formasyonlu
öğretmen açısından oldukça sıkıntı içindeydi (Şimşir, 1986: 28-37). Berlin
Antlaşması, Bulgaristan’da yaşayan Türklerin dini, kültürel ve eğitim
konusundaki hak ve özgürlüklerini garanti altına alıyor ve bunların Bulgar
anayasasında yer alacağını hükme bağlıyordu. 1884’de çıkartılan Resmi
ve Özel Okullar Yasası, Berlin Antlaşması kararları doğrultusunda Türk
okullarını özel statüde sayıyor ve bunların yönetim ve denetimini Türk
cemaatine bırakıyordu. 1891’de yürürlüğe giren Milli Eğitim Yasası,
Türk okulları üzerindeki yerel yönetim yetkisini artırıyordu. 1908 başında
çıkartılan İlk ve Orta Öğretim Yasası ile, görünürde Türklere kendi
dillerinde eğitim hakkı verilmekle birlikte gerçekte eğitim özgürlüğünü
kısıtlamak ve Türkleri cahil bırakmak amaçlanıyordu (Şimşir, 1986: 41-43). Bulgaristan
Prensliğinin kurulmasından itibaren Osmanlı-Bulgar ilişkilerinin odak
noktasını Bulgaristan Türk azınlığı oluşturmuştur. Osmanlı yönetimi,
soydaşların hak ve özgürlüklerini, eğitim durumlarını ve dini faaliyetlerinin
korunması yönünde girişimlerde bulunmuştur. Krallık Dönemi ( 1908 - 1919
) 23
Temmuz 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet sonrası kaos ortamında
Bulgaristan Prensliği, 5 Ekim 1908’de krallık ilan ederek Osmanlı
Devletinden ayrılmıştır. Bu yeni dönemde Bulgar yönetimi, içte Türkler
üzerinde tekrar baskı ve dışta ise diğer devletleri gölgede bırakacak bir
emparyalist politika uygulamaya başlamıştır. Osmanlı devleti, 19 Nisan
1909’de Türk ve Bulgar hükümetlerince İstanbul’da imzalanan bir
protokol ile Bulgaristan’ın bağımsızlığını tanıyordu. Bu protokol;
Bulgaristan Türklerinin Bulgarlarla eşit haklara sahip olması ile birlikte
özel azınlık haklarını, eğitim ve dini hürriyetlerini bir kez daha güvence ve
teminat altına alıyordu (Toğrol, 1989: 18-70). 1909’da
çıkartılan Bulgar Milli Eğitim Yasası ile, tüm eğitim ve öğretim kurumları
bir araya toplanıyor ve denetimi hükümet yönetimine bırakılarak
merkezileştiriliyordu. Bulgar emsallerinden en az on kat daha yoksul olan
Türk okulları, yerel ve genel yönetimlerden hiç maddi destek alamıyorlardı. Ayrıca
anılan yasa ile Bulgar okullarına çeşitli gelir getirici fonlar sağlanırken
Türk okulları bundan mahrum edildi. Amaç; Türk çocuklarını eğitimsiz ve cahil
bırakmaktı. Bütün bu olumsuz şartlara rağmen Bulgaristan Türk eğitimi,
yavaşta olsa bir gelişme içindeydi. Bulgaristan’da en fazla Krallık
döneminde Türk basını canlılık göstermiştir. Bu dönemde yaklaşık 80
dolaylarında dergi ve gazete yayın hayatındaydı (Şimşir, 1986: 49-51). 1909
tarihli İstanbul protokolüne göre Bulgaristan’da bulunacak ve
Türkiye’nin de onayı ile atanacak Başmüftü, Bulgaristan Müslümanları
üzerinde büyük denetim ve kontrol yetkisine haizdi. Bu yetki; dini, hukuki,
vakıf ve eğitim-öğretim konularını içermekteydi. Daha sonra 26 Haziran
1919’da bir müftülük tüzüğü yürürlüğe girmiştir. Buna göre,
müftülükler, Bulgaristan Dışişleri ve Mezhepler Bakanlığı denetim ve atama
yetkisi altına girmekte ve görevli müftü maaşları devletçe ödenmektedir
(Şimşir, 1986: 48-49). Tıpkı
93 Harbi gibi 1912-13 Balkan Savaşıları da Türkler için tam bir felaket
olmuştur. Türkiye, hiç beklenmedik şekilde bu savaşı kaybetmesi üzerine 550
yıldır ikinci Anayurt olan Rumeli’yi bırakarak Meriç’in gerisine
çekilmek zorunda kalmıştır. Bu savaş esnasında da bölge Türkleri büyük zulüm
gördüğü gibi eğitim öğretim kurumları da önemli tahribatlara uğramıştır. Bu
savaşta yarısı Bulgarlar tarafından olmak üzere 200 bin Türk katledilmiştir. Ayrıca
yine bu savaşta 200 bini Bulgarlar tarafından olmak üzere 440 bin Türk
yaşadıkları topraklardan Türkiye’ye göç ettirilmişlerdir. Bu savaşta
Bulgaristan, Güney Dobruca'yı Romanya’ya bırakırken Batı Trakya’yı
işgal ediyordu (Şimşir, 1986: 51-54). Balkan
Savaşı sonrası Bulgarların bölgede yaşayan Türklere yönelik katliam ve
soykırım hareketleri büyük ivme kazanmıştır. Ayrıca Türk isimlerini
değiştirme, Hıristiyan olmaya zorlama ve milli kıyafetlerini yasaklama ve
camileri yakma gibi bazı uygulamalar olmuştur (Turan, 1995: 295). Bu amaçla
Bulgar Genel Kurmayı tarafından 1912’de hazırlanan plan şunları
içermektedir: kültürel imha, soykırım, göç ettirme, tehcir ve sınırdışı. Balkan
Savaşı sonrası iki ülke arasında 29 Eylül 1913’te imzalanan İstanbul
Barış Antlaşması da, Bulgaristan Türklerinin önceki haklarını teyit
etmektedir (Toğrol, 1989: 71). I.
Dünya Savaşında müttefik olan Türkiye ve Bulgaristan arası ilişkiler
yakınlaşmış ve müşterek askeri birlikler Romanya cephesinde Ruslara karşı
savaşmıştır. Bu yakınlaşma atmosferinde Bulgar yönetimi, Türklere isim
kullanma hakkını iade etmiştir (Turan, 1995: 295). Savaş sonrası
Bulgaristan’ın 27 Kasım 1991’da imzaladığı Neuilly Barış
Antlaşması ile, ülkede yaşayan tüm azınlıkların kültürel ve dini özgürlükleri
teminat altına alınmıştır (Toğrol, 1989: 71). Böylece Müslüman halka geniş
dini haklar sağlayan 1919 tarihli Bulgaristan Müslümanları Teşkilat
Nizamnamesi düzenlenmiştir (Kekioğlu, 1985: 32). NEUİLLY ANTLAŞMASI SONRASI
BULGARİSTAN TÜRKLERİ Çiftçi Partisi Dönemi ( 1918
- 1934 ) I.
Dünya savaşında aynı ittifakta yer alan ve yenilen Türkiye ve
Bulgaristan’da savaş sonrası önemli gelişmeler olmuştur. Türkiye’de
Milli Mücadelenin başladığı sırada Bulgaristan’da ise, önce ihtilal ve
arkasından seçimle Çiftçi Partisi yönetime gelmiştir. Bu parti yönetimi
altında Bulgaristan Türkleri ilk ve son kez rahat bir nefes almış ve 1919-23
yıllarını kapsayan bu dönemde en huzurlu günlerini geçirmişlerdir (Kekioğlu,
1985: 19). Türk azınlığa karşı gösterilen bu olumlu Bulgar tutumu; iki
milletin henüz bitmiş olan I. Dünya savaşında silah arkadaşlığı yapmaları ve
ortak kaderi paylaşmaları, iktidarın çiftçi desteğine muhtaç olması ve ülke
Türklerinin %80’inin çiftçi olması ve o günlerdeki devletler hukukunda
azınlık lehine önemli değişiklikler yapılması gibi nedenler etken olmuştur. Ayrıca
savaş sonrası Bulgaristan’ın imzaladığı Neuilly Antlaşması, Bulgaristan
Türk azınlığının dini, kültürel ve eğitim alanındaki haklarını teminat altına
alan hükümlerde içermekte ve bu durum da aynı dönemde bölge Türklerine
yönelik Bulgar politikasını etkilemektedir (Eminov, 1990; Şimşir, 1986:
54-57). 21
Temmuz 1921’de yürürlüğe giren Bulgar Milli Eğitim Yasası Türk
okullarıyla ilgili şu yenilikleri içermektedir: ayrı bir müfettiş atanması,
20’den fazla okulu bulunan encümenlerin birer orta ve ilk okul
öğretmeni seçmesi, Bulgarca eğitim yapma zorunluluğunun kalkması, okul
fonları oluşturulması, okul ve okul yapımına devlet desteği sağlanması
(Kekioğlu, 1985: 32). 1921/22 eğitim döneminde Bulgaristan Türklerinin okul
sayısı, 1712’ye ulaşmıştır. Bu dönemde ayrıca Şumnu’da bir Türk
öğretmen okulu açılmış (1919), Türk öğretmenlere mesleki kurslar düzenlenmiş
ve yine Şumnu’da din adamı yetiştiren bir İlahiyat (Nüvvab) okulu
açılma hazırlıkları başlamıştır (1922’de açılan) (Yenisoy, 1997: 1781). 1923’de
yapılan bir darbe ile Bulgaristan’da Çiftçi hükümetinin devrilmesi
sonrası yönetime faşist bir idare geçmiş ve ortaya atılan “Bulgaristan
Bulgarlarındır” sloganı ile tekrar Türklere yönelik baskılar artmıştır
(Toğrol, 1989: 18-71). Bu faşist yönetimin 1930 sonrası Türkleri cahil
bırakma amaçlı kararları şöyle özetlenebilir: gerekli tüm yasal tedbirlerin
alınması, okullarda verilen bilgilerin en basit seviyede tutulması, dini
eğitime ağırlık verilmesi ve Türk okullarında görevli Bulgar öğretmenlerin
istihbarat amaçlı tutulması (Yenisoy, 1997: 1783-84). Yine bu dönemde
1926’da ilk mezunlarını veren ve 1947 yılına kadar hayatını sürdüren
Şumnu İlahiyat Okulu, öğretmen okulunun 1928’de kapatılmasından
itibaren daha çok öğretmen yetiştirme amaçlı görev icra etmiştir (Şimşir,
1986: 66-73). 1920’lerde
Bulgaristan Türkleri, Müftülük ve Türk Öğretmenler Birliği vasıtası ile ülke
düzeyinde örgütlenmişlerdi. II. Dünya Savaşı öncesi Bulgaristan’da 25
olan müftü sayısı bu savaş esnasında işgal edilen topraklarla (Batı Trakya ve
Yugoslavya’nın bir kısmı) birlikte geçici olarak 40’a çıkmıştır. Ancak
savaş sonrası komünist dönemde bu sayı sürekli azaltılarak 1959’da
6’ya indirilmiştir. Ayrıca II. Dünya Savaşı sonrası dönemde müftüler,
hükümetçe atanan birer kukla durumundadır. 1938’den itibaren müftülerin
hukuki yetkileri kaldırılmıştır. Türk
Öğretmenler Birliği, birlik ve beraberliği geliştirme ve eğitim kalitesini
yükseltmenin yanı sıra Türk çocuklarının milliyetçi, Türklük şuuruna sahip ve
Türkiye’ye bağlı bir nesil olarak yetiştirilmesi çabası içindeydi. Ayrıca
bu birlik, Türkiye’deki gelişmelere paralel Temmuz 1928’de ülke
çapında Türk okullarında Latin alfabesi ile eğitime geçme kararı aldı
(Lom’daki kongrede) ve bu konuda hazırlıklara başladı. Ancak Bulgar
Milli Eğitim Bakanlığı, bu girişimi 10 Ekim 1928’de yayınladığı bir
genelge ile dört sene müddetince yasakladı. Bunu üzerine Bulgaristan Türk
Öğretmenler Birliği ve Türkiye hükümeti, Bulgar hükümeti nezdinde
girişimlerde bulunarak bu ertelemeden vazgeçilmesini talep ettiler. Bu
çabalar neticesinde kısa bir süre sonra Türk okullarında Latin alfabesine
geçme ertelemesinden vazgeçildi. Böylece 1928/29 öğretim yılından itibaren
yeni alfabeye geçildiği gibi Bulgaristan Türkleri arasında da Millet
Mektepleri (yaşlı nesle yeni yazıyı öğretmeyi amaçlayan) yaygınlaştı ve Türk
Basını da yeni harfleri kullanmaya başladı. Türk Öğretmenler Birliğinin
faaliyetleri, 1933 sonrası yasaklanmıştır (Şimşir, 1986: 95-98). Türkiye’nin
Milli Mücadeleden başarı ile çıkması ve bağımsızlığını kazanması, Bulgaristan
Türk gençliğini de sevince boğmuştu. Böylece çeşitli kültürel ve sportif
amaçlı birçok gençlik kulüpleri kuruldu ve kısa sürede tüm Bulgaristan Türk
yörelerine yayıldı. Bu spor kulüp temsilcileri 1924’de Rusçuk’ta
birincisi olmak üzere her yıl farklı bir şehirde kongreler tertip ettiler ve
bir birlik oluşturarak müşterek hareket etme kararı aldılar. Bu tür
toplantıların üçüncüsünün düzenlendiği 1926 Varna kongresinde Bulgaristan
Türk Spor Birliğinin adı “Turan” olarak değiştirildi. Atatürkçü
bir çizgide bulunan Turan dernekleri, çok kısa bir süre içinde Türklerin
bulunduğu hemen tüm birimlere yayıldı. Ayrıca bu derneğin yayın organı olarak
Turan adlı bir gazete de 1928’de yeni Türk harfleri ile basılmaya
başladı. Çok kısa bir sürede Bulgaristan Türk gençleri arasında Türklük
bilincinin oluşması ve Atatürkçülük fikirlerinin yayılmasına vesile olan
Turan derneği, sekizinci ve son kongresini 1933’de Rusçuk’ta
yaptıktan sonra ertesi yıl kapatıldı. Kapatıldığında bu dernek, 95 şube ve 5
bin aktif üyeye sahipti (Şimşir, 1986: 98-106). 18
Ekim 1925’te imzalanan Türk - Bulgar Dostluk Anlaşması, Neuilly
Antlaşma kapsamındaki azınlık haklarını Bulgaristan Türklerine ve Lozan
Antlaşması kapsamındaki azınlık haklarını da Türkiye’de yaşayan
Bulgarlara uygulanmasını karar altına almıştır (Toğrol, 1989: 72; Eroğlu,
1987: 30-31). Yine bu anlaşmaya göre; her iki ülkede azınlık konumunda
bulunan Türk ve Bulgarlar, yanlarına taşınabilir mallarını alarak serbestce
göç edebileceklerdi (Tarihte Türk Bulgar İlişkileri, 1976: 106; Şimşir,1987:
53). 1930’lı
yıllarda Bulgaristan’daki soydaşlar üzerine baskılar artmış, yeni yazı
yasaklanmış ve birçok Türk okulu kapatılmıştır. Yine bu kapsamda Bulgar
yönetimi bir dizi karar alarak soydaşlarımızın Türkiye ile kültürel bağlarını
koparmak ve birliklerini zayıflatmak veya onları Türkiye’ye göçe
zorlama gayretleri içine girmiştir (Eminov, 1990). Bu kapsamda;
Türkiye’ye göçü teşvik, aydın din adamlarını görevden uzaklaştırma,
okullarda tekrar Arap harfleri ile eğitime geçme gibi politikalar
uygulanmıştır (Yenisoy, 1997: 1782). Bu arada Atatürk’ün gayretleri ile
9 Şubat 1934’te kurulan Balkan Paktı’na Bulgaristan, komşularına
ait topraklar üzerinde işgal emelleri olmasından ötürü katılmamıştır (Tarihte
Türk Bulgar İlişkileri, 1976: 95). Bulgaristan
Türkleri, 31 Ekim - 3 Kasım 1929 tarihleri arasında 450 delegenin katıldığı
Sofya’da bir Milli Kongre düzenleyerek problemlerini tartışmış ve çözümü
doğrultusunda kararlar almışlardır. Kongrede çeşitli sorunların ele alındığı
şu altı komisyon oluşturulmuştur: Maliye, Müftülükler ve Şeriye Mahkemeleri,
Hayır Kurumları, Maarif, İslam Cemaatleri ve Vakıflar. Müftülükler Komisyonu;
bu kurumların ıslahı, müftülerin seçimle gelmesi ve keyfi görevden alınmaması
gibi kararlar almıştır. Maarif komisyonu ise, yeni Türk alfabesi ile eğitime
karar vermiştir. Ayrıca diğer kararlar; Türklere uygulanan okul vergilerinin
hafifletilmesi, okul bütçelerinin müftülerce onaylanması, hükümetçe alınan
okul tarlalarının iadesi gibi hususları içeriyordu. Daha sonra bu kongre
kararları Bulgar hükümetine iletilmiştir. Bu ve benzeri kararlar, hükümetçe
dikkate alınmadığı gibi Türk eğitimi üzerindeki baskılar daha da artırıldı. 1930’lardan
itibaren Türk okullarını kapatma politikası, 1946’da bu okulların
devletleştirilmesi ve eğitim dilinin Bulgarca yapılması ile doruğa çıktı. Ayrıca
1934 hükümet değişikliği akabinde kongreye iştirak edenlere karşı Bulgarlar,
açıktan cephe almıştır (Şimşir, 1986: 106-128). Böylece müşterek hareket
yeteneğini kaybeden soydaşlarımızın hakları, Bulgar yönetimlerince daha kolay
gasbedilmiştir (Kekioğlu, 1985: 28-29). Faşist Dönem ( 1934 - 1946 ) Bulgaristan
kurulduğunda birçok yörede Türkler çoğunluktaydı. Bu durum göçlerle
azaltıldı. 1934 sonrası Bulgarlar, bir toprak ihtilali yaparak Türklerin
elindeki arazilere el koydular (Kekioğlu, 1985: 26-27). II.
Dünya Savaşı başladıktan sonra Bulgaristan, 1 Mart 1940’ta Berlin
Paktı’na girmiş ve Almanya safında savaşa katılmıştır. Çünkü Bulgarlar;
Dobruca, Makedonya ve Batı Trakya’yı almak istiyorlardı. 1 Aralık 1943
Tahran Konferansı’nda müttefikler, Bulgaristan’ı Sovyet nüfuzuna
bırakma kararı aldılar (Toğrol, 1989: 72). Bunun üzerine Rusya’nın
yardım ve desteği ile kurulan gizli vatan cephesi militanları 1942’de
Bulgaristan’da bir iç savaş başlattılar. Bulgar toprakları, 5 Eylül
1944’ten itibaren Sovyet Kızıl Ordusu tarafından işgal edildi; 15 Ekim
1944’de ise ülke, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti adını aldı. Savaş
sonrası 1946’da yapılan referandumla da ülke, sosyalist aile
üyelerinden biri olmuştur (Tarihte Türk Bulgar İlişkileri, 1976: 94-95). 1944’de
yönetime gelen komünistler, azınlık desteğini temin için önce baskı
politikasına son verdi. Ancak 1946 sonrası özel okul statüsündeki Türk
okullarını devletleştirdi ve arkasından da tek tip bir sosyalist Bulgar
toplumu oluşturmaya kalkıştı (Turan, 1995: 295). Okullardan din derslerinin
kaldırılmasını Türkçenin yasaklanması ve Türk adlarının değiştirilmesi
izlemiştir (Hüseyin, 1995: 46). Bu dönemde Türk azınlık okullarının sayısı,
1200’e kadar ulaşmış, Türkçe kitaplar bile basılmıştı. Bulgarca hariç
diğer tüm dersler Türkçe yapılan bu okulların giderleri, soydaşlarımız ve
vakıflar tarafından karşılanmaktaydı. Ancak 12 Ekim 1946’da çıkarılan
bir yasa ile; okul ve camilere ait vakıflar kamulaştırılmış, özel statüdeki
Türk okulları devletleştirilmiş ve Eğitim Bakanlığı denetimine girmiştir
(Toğrol, 1989: 72-73). 1944 öncesi Türk okullarında 23 olan ders kitap adedi,
1953/54 öğretim yılında 85’e yükselmiştir. Türk okulları ve bu
okullarda okutulan ders kitaplarındaki artış, Türk çocuklarına komünist
ideoljiyi aşılama niyetine dayanmaktadır (Yenisoy, 1997: 1783-84). Böylece
Türklerin gelecekle ilgili endişeleri artmış ve göç istekleri kamçılanmıştır
(Eminov 1990; Şimşir, 1987: 58-59). Ancak II. Dünya savaşı esnasında
Türklerin satacakları mal bedellerini ülke dışına çıkartma yasağı göçü
engellemiştir (Toğrol, 1989: 18-19). Türk
azınlık okullarının devletleştirilmesi sonrası yeni ders kitapları da
hazırlanmıştı. 1947/48 öğretim yılından itibaren okutulmaya başlanan bu
kitaplar, bir geçiş dönemi kitaplarıydı. Yani bunlar; 1930’ların
milliyetçilik, Türklük aşılayan kitaplarına benzemediği gibi komünist
ideolojinin propagandasını da içeren kitaplar değildi. Müteakip yıllarda
Bulgaristan Türk azınlık okul müfredatları, belirli bir plan ve program
dahilinde sürekli değiştirilerek Türk çocuklarını komünistleştirme
istikametinde gelişmiştir. Hatta bu uygulama kapsamına kreş ve anaokulları da
dahil edilerek ve buralarda da Bulgarca eğitim verilmiş ve komünist
terbiyenin ilk tohumları atılmıştır. Genel komünist eğitim sistemi içinde
Türkiye yabancı ve bir düşman devlet olarak öğretilirken; Sovyetler Birliği,
sonsuz hayranlık ve minnet duyulacak bir anavatan olarak öğretilmiştir
(Şimşir, 1986: 196-232). Türkiye’nin
bağımsızlığını kazanması akabinde Türkiye ve Bulgaristan arasında 18 Ekim
1925’te Ankara imzalanan ikamet sözleşmesi ile Bulgaristan’dan
Türkiye’ye göçler konusu hukuki temellere oturtuluyordu. Bu sözleşme
sonrası yıllarda da çeşitli Türk göçleri yaşanmıştır. Örneğin 1923-39 yılları
arasında yaklaşık 200 bin soydaş Türkiye’ye gelmiştir. II. Dünya Savaşı
başları ve sonrası yıllarda ülke dışına çıkışlar yasaklanmış olduğundan benzer
göçlerde bir yavaşlama olmuş ve böylece göçmen sayısı 20 binde kalmıştır. Birinci Sosyalist Dönem (
1946 - 1970 ) II.
Dünya Savaşı sonrası Bulgaristan’da rejim değişikliği olmuş ve ülkede
bir komünist dönem başlamıştır. Bu yıllarda büyük işgücü ihtiyacı duyan
Bulgaristan, bir taraftan Türk göçünü engelleme çabasındayken; diğer taraftan
da, Türk sosyal kurum ve topraklarına el koyarak huzursuzluk ve göç isteğini
artırma gibi çelişkili bir tutum içindedir (Tarihte Türk Bulgar İlişkileri,
1976: 107). Bu karmaşık ortamda Türk azınlığa ait tarlalar ellerinden
alınmaya, okullar devletleştirilmeye ve Bulgarlaştırılmaya, önemli Türk
aydınlar tutuklanmaya başlandı. Özellikle 1947 sonrası artan bu tür baskı
politikaları, Türk azınlık üzerinde infial yarattı ve milli benlik ve yeni
nesilleri koruma endişesine sevketti. Böylece büyük bir soydaş kitlesi,
Türkiye yetkili ve diplomatik temsilciliklerine müracaat ederek göç
taleplerini iletmişlerdir. Bu talepleri değerlendiren Türk hükümeti, 31 Mayıs
1947’de aldığı bir kararla II. Dünya Savaşında Sovyetler
Birliği’nden Avrupa’ya sığınan soydaşlarımızdan mülteci kabulü
ile Bulgaristan’dan serbest göçmen (hükümetten yardım almıyacak)
kabulünü karara bağlıyordu. Bu kapsamda 1947-50 arası her yıl 1-2 bin arası
bir göçmen kitlesi gelmiştir. Ama 10 Ağustos 1950’de Bulgar hükümeti,
Türkiye’ye bir nota vererek Bulgaristan Türklerinden 250.000 kişinin üç
ay içinde Türkiye’ye göçmen olarak alınmasını talep etmiştir. Bunun
üzerine gergin olan Türk-Bulgar ilişkileri daha da kötüleşti ve karşılıklı
bir nota düellosuna girildi (Şimşir, 1986: 212-223). Bulgaristan
adeta bir tehcir operasyonu ile Türk ekonomisini felç etmek ve
Türkiye’yi cezalandırmak istiyordu. Ayrıca Bulgaristan, göçmen
kitleleri arasına bazı zararlı insanlar sokmayı ve göçmenlerin mallarını yok
pahasına satmalarını arzuluyordu. Bulgar entrikalarını engellemek için
Türkiye, Bulgaristan’dan gelecek soydaşlara vize uygulamış ve bu
kapsamda 1 Ocak 1950 ile 30 Eylül 1951 tarihleri arasında 212.150 kişiye
Türkiye’ye giriş vizesi vermiştir (bunların hepsi Türkiye’ye
gelemediler). Türkiye, Ocak 1950’den başlayan ve gittikçe artan
oranlarda göçmen kabul etmiştir. Ancak üç aylık bir süreçte 250.000 kişinin
kabulü mümkün değildi. Bu şekilde göç akını sürerken Bulgarlar, Türk göçmenler
arasına vizesiz bazı kimseler ile Çingeneler soktular. Bunun üzerine Türkiye,
bunları Bulgaristan’a iade etmek istemiş ve Bulgaristan ise buna
yanaşmamıştır. Arkasından Türkiye, 7 Ekim 1950’de sınırı kapattı.
Vizesiz kimselerin geri alınacağı ve bir daha da benzer olayların
yaşanmayacağının Bulgarlarca kabul edilmesi üzerine, Türk-Bulgar sınırı 2
Aralık 1950’de tekrar açıldı. Bunun üzerine 1950-51 kışının Aralık,
Ocak ve Şubat aylarında 20’şer binin üzerinde göçmen kitlesi
Türkiye’ye sığındı. Nisan’da Türk hükümeti aldığı bir kararla 1
Ocak 1950’den beri Bulgaristan’dan Türkiye’ye gelmekte olan
tüm göçmenler “iskanlı göçmen” statüsüne (yani devlet desteği
verilecek) alındı (Şimşir, 1986: 224-225). 1951
yazı esnasında sayıları gittikçe azalmakla birlikte göç yürüyordu; ama
Bulgaristan, yine göçmenler arasına bazı vizesiz ve Çingene kişileri soktu. Bunun
üzerine Türkiye, Haziran-Ekim 1951 tarihleri arasaında altı nota vererek
istenmeyen kişilerin geri alınmasını ve sahtekarlık yapanların bulunup
cezalandırılmasını talep etti. Bulgarların Türk notalarına olumlu bir cevap
vermemesi üzerine Türkiye, 8 Kasım 1951’de ikinci kez Türk-Bulgar
sınırını kapattı. Buna karşılık Bulgar hükümeti, 30 Kasım 1951’de
Bulgaristan’dan Türkiye’ye göçü kesin olarak yasaklıyordu (Eminov
1990; Şimşir, 1986: 226-227). 1950-51 yıllarını kapsayan dönemde toplam
154.393 soydaş Bulgaristan’dan Türkiye’ye göçmen olarak gelmiştir
(Toğrol, 1989: 73). Bu göçmenler, kısa sürede ev sahibi olmuş ve üretici
duruma geçmişlerdir. Sosyalist
bir ülkeden kapitalist Türkiye’ye göç, komünist camiada hoş
karşılanmamış ve Stalin’in emri ile durdurulmuştur. Ayrıca Stalin,
Bulgaristan Türklerinin ileride Türkiye’de yapılacak sosyalist devrimin
öncüleri olarak yetiştirilmelerini de emreder. Bunun üzerine Bulgaristan’da
kapatılmış olan Türk okulları Türkçe eğitim verecek şekilde yeniden açılır. Ancak
1950-51 yıllarındaki büyük göçle yetişmiş elemanların çoğu Türkiye’ye
göçtüğünden öğretmen sıkıntısı çekilir. Bu problemin çözümü için Bulgaristan
Türklerinin eğitiminde “Azerbeycan” model seçilir ve 1952 yılında
bu ülkeden Bulgaristan’a birçok Azeri uzman ve danışman getirilir. Azeri
uzmanlar Bulgaristan Türk eğitimini inceledikten sonra hazırladıkları raporda
Türklerin eğitim açısından çok geri kaldığı ve alınması gerekli tedbirleri
belirtmişlerdir. Bunun üzerine Bulgar hükümeti, Bulgaristan Türk okullarının
durumunu iyileştirmek için 5 Ağustos 1952 günü bir dizi kararlar alır. Bunlar;
Türk pedagoji okulları açılması (Kırcaali, Razgrat ve daha sonra
Sofya’da), Türk kız lisesi ve ortaokulu açılması (Rusçuk’ta),
Türk öğrencilere burslar verilmesi, yeni Türkçe ders kitapları hazırlanması
ve Sofya Üniversitesi'nde Türkler için yeni bölümler açılması gibi konuları
içeriyordu (Yenisoy, 1997: 1784-86). Yeni
açılan okularda bazı Azeri hocalar da görev almış ve Bulgaristan Türklerinden
seçtikleri asistanları yetiştirmişlerdir. Yine bu dönemde 30 dolayında Türk
öğrenci, yüksek öğrenim yapmak için Azebeycan’a gönderilmiştir. Azeri
uzmanlar, Bulgaristan Türk okul müfredatlarının gelişmesi ve güncelleşmesine
büyük katkı sağlamışlardır (Yenisoy, 1997: 1786-87). Ancak Bulgaristan
Türklerine uygulanan sosyalist içerikli eğitim planı tutmamış; bilakis Azeri
Türk uzmanların gayretleri ile soydaşlarımızın Türklük bilinci ve milliyetçilik
duyguları daha fazla artmıştır (Toğrol, 1991: 47). Stalin’in
ölümü ve Türkiye’de sosyalist bir devrimin mümkün olamayacağının
anlaşılması ile Bulgar yönetimi, Türk azınlığa yönelik politikaları silbaştan
değiştirmiştir. Bu kapsamda; 1956’dan itibaren Azeri uzmanlar
ülkelerine gönderilmiş, Sofya Üniversitesi’ndeki Türklere ait bölümler
kapatılmış, Türk öğretmen okulları ve liselerindeki eğitim dili tekrar
Bulgarca olmuştur. Ayrıca yüksek okul mezunu Türk gençlerine uzmanlık
alanlarında görev verilmemiştir. Daha sonra Türklere ait ana, ilk ve
ortaokullar ile liseler kapatıldı, Türk tiyatro faaliyetleri durduruldu,
komünist propaganda içerikli hariç Türkçe kitap basımı yasaklandı, Türkçe
radyo yayını sona erdi (Yenisoy, 1997: 1787-88). Komünist
rejim döneminde Bulgaristan’da sanayileşme ve ağır sanayi geçiş
çabalarında konunun sosyal boyutu düşünülmedi. Böylece köyler boşaldı. Diğer
taraftan kooperatiflerin yaygınlaşması ve özel mülküyetin yasaklanması,
tarımsal ve zirai üretimde verimsizliğe neden oldu. Bu durum, bir tarım
ülkesi olan Bulgaristan’ın dış pazarlara tarımsal ürünler ve kaliteli
sanayi mamülleri satamamasına sebep oldu (Çavuş, 1997: 1773-75). 1949-1956
yılları arası dönemde toprakların kollektifleştirilmesi ile Türkler, çok daha
kötü duruma ve ikinci sınıf vatandaş konumuna düştüler. Ayrıca bu dönemde;
toplu halde yaşayan ve kültürlerini muhafaza eden soydaşlarımızın dağıtılması
ve asimile edilmesi de sistematik hale getirilecektir. 1950’lerde
Bulgaristan’da komünist içerikli bir Türk eğitimi gelişti. Bu durum;
1946’da Türk okullarının devletleştirilmesi ile başladı, 1950-51 göçü
ardından yoğunlaştı ve 1959-60 öğretim yılında Türk okullarının Bulgar
okulları ile birleştirilmesiyle sona erdi. Bulgar faşist ve komünist
yönetimleri, Türklerin sosyal ve kültürel varlıklarını ortadan kaldırmayı
amaçlayan ve birbirlerini tamamlayan politikalar tatbik etmişlerdir. Sosyalist
dönemde başlayan Türk eğitimini kalkındırma çabaları çok kısa ömürlü oldu. Türk
pedagoji okullarıyla liseleri, 1956/57 kapatıldı. 1958/59 öğretim yılında
ise, Türk azınlık okulları Bulgar okullarıyla birleştirildi (Eminov 1990;
Şimşir, 1986: 241-250). Türk
okulları 1946’da devletleştirilmiş olmakla birlikte Bulgarlardan ayrı
Türkçe eğitim yürütüyorlardı. Bu eğitimin içeriği sosyalist idi. Todor Jivkof
yönetimi altındaki Bulgar hükümeti, tüm Türk azınlık okullarını kapatarak
Bulgarlaştırıyordu. İlkokullardaki uygulama üçe ayrıldı: (1) nüfusu tamamen
Türk olan köy ve mahalle okulları bu durumunu korudu, (2) Türk ve Bulgarların
birlikte yaşadıkları ve Türklerin çoğunlukta olduğu yerlerde karma sınıflar
oluşturuldu ve eğitim dili Bulgarca oldu ve (3) Türk ve Bulgarların birlikte
yaşadıkları ve Türklerin azınlıkta olduğu yerlerde Türk çocukları, Bulgar
okullarına aktarıldı. Ayrıca yine aynı dönemde Türk ortaokulları da
Bulgarlaştırıldı ve Bulgar ortaokulları ile birleştirildi. Bu uygulamalarla;
Bulgaristan Türklerinin Türkiye’den koparılması, Bulgarlaştırılıp
Bulgarlarla kaynaştırılması amacı güdülüyordu. Bu uygulamalarla birlikte
birçok Türk öğretmen açığa alındı ve Türkçe ders kitapları toplatıldı. Bu
uygulamalar demokratik usül ve yöntemlerle değil tepeden inme komünist parti
kararlarıyla yaptırılmıştır. Türk dili eğitimi her geçen gün azalmış ve
1970’ye gelindiğinde tamamen ortadan kalkmıştır (Creed 1990; Şimşir,
1986: 251-257). 1950-51
göçünden sonra Bulgaristan'daki ilk genel nüfus sayımı 1 Aralık 1956'da
yapıldı. Bu nüfus sayımına göre Türklerin sayısı 1 milyon kadardır
(Pomakların sayısı ayrı gösterilmekte). Türkler genelde köylerde yaşamaktadır.
Sekiz yaş ve üstü 505 bin olan Türklerin yaklaşık üçte birinin okuma
bilmemesi ve çeşitli düzeylerde okul bitirmiş olanların ise çok az olması
konunun vahametini göstermektedir. Bu amaçla tüm Bulgar yönetimleri ortak
çaba harcamışlardır (Eminov 1990; Creed 1990; Şimşir, 1986: 262-266). 1960’larda
27 Mayıs ihtilali ve sonrası gelişmeler, koalisyon hükümetleri ve Kıbrıs
sorunu v.b. gibi meselelerle uğraşan Türkiye, komşu Bulgaristan’daki
soydaşların eğitimine gerekli ilgi ve alakayı gösteremedi. Todor Jivkof
yönetimi, köklü Bulgaristan Türk eğitimini boğazladı. Bulgaristan'dan
Türkiye'ye göç kampanyası ve bu amaçla Türk temsilciliklerine yapılan resmi
müraacatlar, 19 Mart 1964'te 400 bine ulaşmıştı. Bu kampanyanın gerisinde
Türk azınlık okullarının kapatılması ile yeise düşen ve Bulgarlaştırılacağı
hissine kapılan soydaş kaygıları yatmaktadır. Ancak göç konusu Bulgar
makamlarınca şiddetle yasaklanıyor ve kelimenin telafuzu dahi ağır ceza
gerektiriyordu. Bulgarları kaygılandıran ve endişeye sevkeden husus, çok ağır
işlerde çalışan Türklerin göçmesi ile işlerin aksayacağı ve Bulgar
ekonomisinin zarar göreceği idi. Kısa bir süre sonra Bulgaristan’da
Türk olmak veya kalmakta suç sayılmaya başlanacaktır (Creed, 1990). Bulgaristan,
kurulduğu günden itibaren sistemli bir şekilde Türk azınlığı yok etmeye
çalışmıştır. Bu amacın son halkalarından birisi olarak 17 Temmuz
1970’da Bulgaristan Merkez Politbüro yetkilileri 549 sayılı
“gizli tehdiş ile milliyet ve din değiştirme” kararı almışlardır
(Toğrol, 1991: 48; Toğrol, 1989: 74-75). Bu dönemde Bulgar yönetimi, bir
“Komünist-Bulgar-Slav toplumu” yaratma fikrini benimsemiş ve
azınlıkların din, dil ve isimlerini değiştirme planları yapmıştır. Önce
Çingene, Gagavuz ve Pomak Türklerinin adları değiştirilmiş ve arkasından da
diğer Türklere benzer yöntemler uygulanmıştır. Bu uygulamaya karşı gelenler
çok ağır cezalara çarptırılmışlardır. Örneğin 1972’deki
Rodoplar’daki uygulamada 10 binin üzerinde masum soydaşımız
katledilmiştir. Bulgarları bu tür çılgın karar ve uygulamalara iten
nedenlerin başında, Türklerin hızlı nüfus artışı karşısında Bulgarların
zamanla azınlığa düşme endişesi yatmaktadır. Nitekim bu kaygılar, çeşitli
resmi toplantı ve raporlarda dile getirilmiştir (Toğrol, 1991: 50-65). 1964’te
Türk-Sovyet ilişkilerinin gelişmesine paralel Türk-Bulgar ilişkileri de
iyileşmiştir. Bu kapsamda Bulgaristan’la; ticaret anlaşması (1965),
ekonomik, sosyal ve kültürel haklar sözleşmesi (1966), ve medeni ve siyasi
haklar sözleşmesi (1966) imzalanmıştır. Ayrıca iki ülke arasındaki
parçalanmış ailelerin birleştirilmesini amaçlayan “Yakın Akraba Göç
Anlaşması” da uzun pazarlık ve görüşmeler neticesinde Türk ve Bulgar
Dışişleri Bakanları tarafından 22 Mart 1968’de Ankara’da
imzlanmıştır (Toğrol, 1989: 74-75). 1969-78
yılları arasındaki göçün kökü, 1950’lere dayanıyordu. O yıllarda
Türkiye’ye gelen bazı soydaşların yakın akrabaları Bulgaristan’da
kalmıştı. Bu nedenden parçalanmış aileler birleşmek istiyordu. Diğer taraftan
vize almış, malını mülkünü satmış bir çok Türk sınırın kapatılmasından dolayı
göç umutları içinde Bulgaristan’da kalmıştı. Bu konular iki komşu ülke
arasında potansiyel bir sorun oluşturuyordu. Türkleri
göçe iten nedenlerin başında 1949-1956 yılları arası Bulgaristan tarım
topraklarının kollektifleştirilmesi olmuştur. Bu vesile ile çoğunluğu çiftçi
olan Türklerin toprakları ellerinden alınmıştı. Bu durumda
Bulgaristan’daki soydaşlar ve onların Türkiye’de bulunan
yakınları Türk makamlarına müracaat ederek göç taleplerini iletmişlerdir. Bunun
üzerine Türk Dışişleri Bakanlığı, Bulgar makamları ile temasa geçerek bir göç
anlaşması yapmanın yollarını aradı. Ancak Sofya hükümeti, tüm iyi niyetli
çaba ve girişimleri geri çeviriyordu. Bu arada 1959-60 öğretim yılında Türk
azınlık okullarının Bulgar okulları ile birleştirilmesi ve Türkçe eğitimin
yasaklanması ile de soydaşların göç arzuları daha fazla arttı. Mart
1964’e gelindiğinde resmen Türk makamlarından göç talep eden soydaş
sayısı 400 bini bulmuştu. Türkiye'deki koalisyon hükümetinin müsbet
çabalarına Bulgarların yapıcı bir yaklaşım göstermemesi, çözümü
savsaklıyordu. 21 Ağustos 1966’da Bulgaristan Dışişleri Bakanı Ivan
Başef’in Türkiye ziyareti sırasında yapılan görüşmelerde bir çözüm
ihtimali belirdi. Sınırlı da olsa göç hususunda ortak irade oluştu. Bu
kapsamda Türk ve Bulgar uzmanların Aralık 1966 - Ocak 1967 arası Sofya ve
Kasım 1967’de Ankara’da yaptıkları görüşmelerden bir sonuç
alınamadı (Şimşir, 1986: 314-318). Uzun
müzakereler neticesinde bir göç anlaşması imzalandı ve 24 Şubat 1968’de
Türk Dışişleri Bakanlığı tarafından kamuoyuna duyuruldu. Buna göre; 1952
yılına kadar Türkiye’ye göç etmiş Bulgaristan Türklerinin birinci
dereceli yakınları serbest statülü göç kapsamına alınıyor ve belirli bir plan
ve program dahilinde Türkiye’ye gelmelerine izin veriliyordu. Ayrıca
soydaşlar, Bulgaristan’daki gayri menkullerini satıp alacakları bazı
malları da Türkiye’ye getirebileceklerdi (bu durum pek işlemedi). Göç
anlaşması, iki ülke dışişleri bakanları tarafından 22 Mart 1968’de
Türkiye’de imzalandı. Bu anlaşma, 17 Mart 1969’da TBMM onaylandı.
Daha sonra 8 Ekim 1969’da ise ilk göçmen kafilesi Edirne Karaağaç
istasyonuna geldi. Bunu izleyen on yıl boyunca da her hafta (Aralık-Mart
ayları hariç) göç kafilelerinin gelmesi sürmüş ve bu kapsamda gelen göçmen
sayısı tüm tahminlerin aksine 130 bin gibi büyük bir sayıya ulaşmıştır
(Şimşir, 1986: 319-338). Böylece cumhuriyet tarihinde Bulgaristan’dan
Türkiye’ye gelen göçmen sayısı 600 bini aştı (Şimşir, 1987: 65). İkinci Sosyalist Dönem (
1970 - 1989 ) 1980’li
yıllarda Bulgaristan nüfusunun %40 dolayında bir kısmını teşkil eden Türkler,
diğer azınlıklarla birlikte ülkede çoğunluktaydı. Yani Bulgarlar, azınlık
durumundan kurtulmak için Türkleri asimile etme ve/veya Türkiye’ye göçe
zorlamaktaydı. Ayrıca Türklerin milli ve dini benliklerini korumaları,
komünist ideoloji ve diğer benzeri propogandalardan etkilenmemeleri de Bulgar
yönetimini telaşa ve kendi açılarından acil çözümler aramaya sevk etti. Türklerin
bu özelliği güçlü aile yapsına sahip olmalarına dayanmaktadır (Toğrol, 1991:
65-68). 1960-84
arası yapılan her türlü psikolojik baskı, propaganda ve teşviğe rağmen hiç
bir Türk, kendiliğinden ad değiştirmeyi düşünmedi. Zorla ad değiştirme
işlemine önce Pomaklardan başlandı ve bunların adları 1972-74 arası zorla
değiştirildi (bu esnada 200 bin Türkte aynı kaderi paylaştı). Arkasından
Türk-Bulgar ilişkileri en iyi seyrettiği 1981-83 arası dönemde aynı işlemler
Müslüman Çingenelere tatbik edildi (bu esnada 100 bin Türkte benzer kaderi
paylaştı) (Creed 1990; Şimşir, 1986: 339-353). Bu çağdışı uygulamalara
uluslararası kamuoyunun tepki göstermemesi üzerine Bulgar yönetimi, aynı
işlemi tüm Bulgaristan’ı kapsayacak şekilde genişletmiştir (Toğrol,
1991: 52-53). Bulgarlar, 1984 sonbaharında büyük Türk kitleleri üzerine
yürüyerek zorla ve kanlı bir şekilde onların adlarını değiştirmeye
başladılar. 1985 başlarında Bulgaristan’dan gelen haberlerle Türk ve
dünya kamuoyu sarsıldı. Bu ülkede yaşayan Türklere karşı, ad değiştirme,
baskı, zulüm ve katliamlar doruk noktasına çıkmıştı. 1984-85 kışının çok ağır
geçmesi ve tüm yerleşim birimlerinin dışarı ile bağlantılarının kesilmesini
sağlamış; Türk bölgeleri, yabancılara kapatılmış ve mühürlenmişti. Daha sonra
asker ve milisler, Türk bölgelerine girerek zorla ad değiştirme başlatmışlar,
kabul etmeyenler veya karşı gelenler ise, katliamlara maruz bırakılmıştır. 1985
Martına kadar 3.5 ay içinde katledilen Türk sayısı 800-2500 arasında
olmuştur. Bu kanlı ad değiştirme operasyonu, önce Güney Bulgaristan’da
başlatılmış, Kasım-Aralık 1984 döneminde bu bölgede yaşayan yarım milyon
civarında Türkün adları değiştirilmiştir. Türkiye’nin tepkisi en
yetkili makam Cumhurbaşkanı tarafından Ocak 85’te Bulgar
Cumhurbaşkanına gönderilen bir mesajla dile getirildi ve konuya bir çözüm
bulunması önerildi. Ancak buna cevap alınamadığı gibi kuzey bölgelerdeki
kanlı operasyonlar da tankların desteği ile Şubat’ta tamamlandı. Aslında
bu kanlı olaylar, yüz yıldır oynanan ve Bulgaristan’da başka milletlere
hayat hakkı tanımayan Bulgar oyununun son sahnesiydi. Daha önce eğitim
müfredatları ve Türkçe eğitim yasaklanmış, Türkler sürekli Türkiye’ye
göçe zorlanmış ve resmi teşviklerle ad değiştirmeye zorlanmış ama yine Türk
varlığı ortadan kaldırılamamıştı. Bu durum, kanlı da olsa sonuçlandırılmalı
ve kapatılmalıydı. 1960’dan itibaren Bulgaristan’daki Türkler,
Müslümanlaşmış Bulgarlar şeklinde tarih saptırılarak inkar edilmeye
çalışılıyordu (Creed 1990; Şimşir, 1986: 354-364). Ad
değiştirme işlemi, Türkler arasında büyük bir tepki ile karşılanmış ve Jivkof
yönetimini şaşırtmıştır. Aslında bu durum, Sovyetlerin izni ve oluru
olmaksızın mümkün değildi ve hatta Bulgaristan, Sovyetler tarafından bir
deney laboratuvarı olarak kullanılmıştır. O dönemde 4 milyon dolayında olduğu
tahmin edilen Bulgaristan Türkleri, kendilerine uygulanan her türlü baskı ve
yok etme planlarına rağmen milli kültür ve benliklerini korumaya
çalışmışlardır (Toğrol, 1991: 70-119). Türk
basını ve kamuoyu soydaşlarımıza sahip çıktı. Büyük kentler ve
üniversitelerde düzenlenen çeşitli toplantılarla Bulgarlar protesto edildi ve
kınandı. Ankara Üniversitesi Senatosu’nun yayınladığı 8 Şubat 1985
tarihli bildiri ile Bulgaristan Türklerine karşı yapılan zulüm, baskı ve
soykırım sert bir dille kınanmıştır. Daha sonra bunu Üniversitelerarası
Kurul’un ve diğer üniversitelerin benzer bildirileri izlemiştir. 19
Şubat 1985’te KKTC Kurucu Meclisi, Bulgaristan Türklerine uygulanan
terör ve baskı politikasını kınamıştır. Ocak ve Şubat aylarında bazı hükümet
yetkilileri konuyla ilgili, basına çeşitli demeçler verdiler. Daha sonra
Şubat ortasından itibaren Başbakan Özal, soruna görüşmeler yoluyla barışçı
bir çözüm önerdi. Yine aynı kapsamda; Milli Eğitim Bakanı Metin Emiroğlu
Sofya’da yapılan bir BM toplantısında Bulgarların ayıbını yüzlerine
vurmuş, Başbakan Özal, BM’lerin 40. kuruluş yıldönümü münasebeti ile
genel kurulda yaptığı konuşmada Bulgarları kınamıştır. Ayrıca San
Fransisco’da yapılan NATO Genel Kurul toplantısında da bu insanlık dışı
muameleler kınanmıştır (Eroğlu, 1987: 16-23). 22 Şubat’ta
Bulgaristan’a bir nota veren Türkiye, “geniş kapsamlı bir göç
anlaşması da dahil olmak üzere sorunların görüşmeler yoluyla
çözülmesini” önerdi (Şimşir, 1987: 65). Bu notaya 28 Şubat’ta
karşılık veren Bulgaristan, Türk teklifini reddetmiştir. Müteakip günlerde
iki ülke arasında karşılıklı bir nota düellosu başladı ve 24 Ağustos’a
gelindiğinde Türkiye 4. notasını vermişti. 1989
yılında dünya hafif siklet halter şampiyonu Naim Süleymanoğlu, isminin
Bulgarcaya çevrilmesi üzerine Türkiye’ye iltica etti. Aynı yıllarda
Bulgaristan’dan Türkiye’ye göçen parçalanmış aile dramları Türk
televizyon programlarına dahi konu olmuştu (Aysel adlı kız çocuğunun dramını
anlatan Yeniden Doğmak filmi ile). Bulgaristan Türklerinin çile ve
ızdıraplar, aynı yılın mayıs ayında Türkiye’ye büyük bir göç dalgası
yaratıyor ve kısa sürede göçmen sayısı 313 bini ulaşıyordu (Toğrol, 1989:
1-2). Bu insanlık dramı dünya gündeminde sahipsiz kalırken sadece Türk
kamuoyu ve basını konuya özel bir önemle eğilmiştir (Şimşir, 1985: 1-750). Türklerin
maruz kaldığı bu insanlık dışı tutum karşısında ünlü Bulgar yazar ve şairi
Blaga Dimitrova dahi isyan ederek Bulgar yönetimini kınamıştır (Yenisoy,
1997: 1789). Bu soydaşların bir kısmı, bir süre sonra yeni bir anlaşma ile
hak ve birikimlerini alma ümidi belirince Bulgaristan’a geri döndüler
(Toğrol, 1989: 67). 1989 SONRASI DEMOKRATİK
DÖNEMDE BULGARİSTAN TÜRKLERİ 10
Kasım 1989’da Jivkof rejiminin yıkılması akabinde Bulgaristan Devlet
Konseyi, 1984 - 89 arası dönemde Türk ve diğer azınlıklara karşı yapılan
hataları kabul etmiş ve bunların düzeltileceğini vaadetmiştir. Böylece zorla
değiştirilen Türk adları iade edilecek, Türkçe konuşma yasağı kalkacak ve
Türk çocukları kendi okul ve anadillerinde eğitim yapabileceklerdi (Turan,
1997: 1747). Ancak bu konuda Türk toplum temsilcileri ve Bulgar yöneticileri
arasındaki görüş ayrılığı uzun süre giderilemedi. Temmuz 1991’de
resmileşen yeni Bulgar anayasası da, azınlıklara kendi anadillerini öğrenme
ve kullanma hakkı tanıyordu. Buna rağmen Türk öğrencilerin Türkçe dersler
alması sürekli erteleniyordu. Bunun üzerine Türk aileler, çocuklarını
okullara göndermeme ve açlık grevi yapma gibi yöntemlerle Bulgar yönetimini
protesto ettiler. Bu tepkiler karşısında Eğitim Bakanlığı, Türkçe derslerin
başlatılması kararı aldı. Ancak bu haktan ilk ve ortaokullara devam eden Türk
çocuklarından sadece %40’ı faydalanabiliyordu (toplam 100 bin
öğrenciden 40 bini). 89 büyük göçü ile Türk aydın ve öğretmenlerinin çoğunun
Türkiye’ye gitmesi ile, Türkçe ders verecek eleman bulunamaması diğer
bir olumsuzluktu. Böylece bir kez daha Türk öğretmen yetiştirilmesi gündeme
geldi. Bu kapsamda; 1992’de Şumnu Yüksek Pedagoji Ensititüsü ve
1993’de Kırcaali İlk ve Ortaokul Öğretmen Ensititüleri’ne Türkçe
öğretmeni yetiştirecek sınıflar açıldı. Benzer şekilde 1990’da
Sofya’da ön lisans düzeyinde İslam Ensititüsü ve Şumnu’da
İmam-Hatip Lisesi açıldı. Bunları 1991’de Ruscuk ve Mestanlı İmam-Hatip
liseleri izledi (Yenisoy, 1997: 1790-91; Turan, 1997: 299-300). 1989
sonrası Bulgaristan’da kurulan 160 civarındaki siyasi partinin
4’ü Türklere aitti. Bunlar: (1) Hak ve Özgürlükler Harekatı (HÖH), (2)
Demokratik Gelişim Harekatı (DGH), (3) Demokratik Adalet Partisi (DAP) ve (4)
Türk Demokratik Partisi (TDP) olarak belirtilebilir. Bu partilerden ilki olan
HÖH Partisi, 1990 seçimlerinde 400 üyeli parlemontaya 23 millletvekili soktu
(Özkan, 1997: 277). Aynı parti, 1991 seçimlerinde oyların %7.55’ini
aldı ve milletvekili sayısını 24’e yükselti. Daha sonra yapılan yerel
yönetim seçimlerinde ise, 27 belediye başkanı ve 653 köy muhtarlığı kazandı. Aralık
1994 seçimlerine üç Türk partisi katıldı. Bunlardan en büyüğü olan HÖH,
%5.44’e tekabül eden 282.000 oy aldı. Bu partinin bir önceki seçimlere
göre 160.000 dolayındaki oy kaybı; bir bakıma iktidar ortağı olduğu bir
önceki dönemde varlık gösterememesi, Türkiye’ye göçün sürmesi ve
oyların bölünmesi gibi sebeplere dayanmaktadır. Üç Türk partisinin Aralık 94
seçimlerinde aldıkları oy toplamı 320.000 dolayındadır. Türkler, HÖH ve diğer
Türk partilerinden memnun olmadıkları için bunlara oy vermemişlerdir. İyi
hazırlıklı ve programlı bir Türk partisi, muhtemelen 700.000 dolayında oy
alabilecektir. Ayrıca Türkiye’de bulunan soydaşlarımızdan 50.000
dolayında bir kitle Aralık 94 seçimlerinde oy kullanma hakkına sahip olmasına
rağmen bunlardan ancak 2.700’ü oy kullanmıştır (Turan, 1995: 298). Aralık
1994’de yapılan seçimleri, ülkenin içinde bulunduğu sosyal ve siyasi
kaos ortamını lehine çeviren Bulgaristan Sosyalist Partisi (eski komünistler)
kazanmıştır. Türklerin zorla Bulgarlaştırıldığı dönemde Eğitim Bakanı olan
Dimitrov yeni hükümetin Eğitim, Bilim ve Teknoloji Bakanı olmuş ve Türklere
baskı ve işkence yapan emniyet mensupları da önemli görevlere getirilmiştir
(Turan,1995: 298-299). Bu dönemde hükümet, Müslüman halkın seçtiği Fikri
Salih’i başmüftülük görevinden almış ve çeşitli entrikalarla Nedim
Gencev’i Yüksek Diyanet Kurulu Başkanlığı’na ve Gencev’in
bir yandaşını da Başmüftülük makamına getirmiştir. Bu atamaların Müslüman
halk tarafından kabul edilmemesi üzerine, atanmış ve seçilmiş olmak üzere
ülkede bir Başmüftü ve müftüler sorunu yaşanmıştır. Müftü atamasının Yüksek
mahkeme tarafından reddi uygulanmamıştır (Turan, 1997: 1747). Bulgaristan
nüfusu ve aktif iş gücü, 89 göçü sonrası büyük oranda azaldı. Bu göçün
dışında 250 bin dolayında Bulgar genci batı ülkelerine iltica etti (Çavuş,
1997: 1777). 1990’lı yılların ortalarında Bulgaristan halkının
sıkıntıları ve sosyalist kökenli meclis üyeleri ile hükümete duyulan
güvensizlik doruk noktasına çıktı. Ülke, çok büyük siyasi, ekenomik ve sosyal
bunalım ve kaos içine düştü. İnsanlar, aç ve perişan iken; resmi devlet
güçleri dahi yeraltı dünyası ile işbirliğ yapmakta veya bunlardan birisi
konumundaydı (Kahramanyol, 1997: 1742). Ülke çapında yönetim alehtarı büyük
gösteriler yapıldı. Bu durum, 10 Ocak 1997’de meclis binasının işgali
ve yakılmasına kadar vardı. Bir iç savaşın başlamasına ramak kalan ülkede
hükümet istifa etti ve erken genel seçimlere gidildi (Çavuş, 1997: 1776-78). 19
Nisan 1997’de yapılan genel seçimlerde 240 parlemonto üyeliğinin
137’sini Demokratik Güçler Birliği Partisi kazandı. Bu seçimlerde HÖH,
Türk seçmenlerden bile ancak %52 oranında oy alabilmiştir (Turan,1997: 1747). Günümüzde
Bulgaristan Türklerine ait 8 gazate çıkmaktadır. Bunlardan Zaman,
Türkiye’de yayınlanan aynı gazatenin Bulgaristan Türkleri için haftalık
baskısı iken; diğer gazateler; Hak ve Özgürlük, Filiz, Müslümanlar, İslam
Kültürü, Güven, Cır Cır ve Balon’u soydaşlar, kendi gayretleri ile
çıkartmaktadır. Ayrıca Türkçe kitaplar da basılmaktadır. İlk ve ortaokullarda
haftada 4 saat seçmeli Türkçe dersleri oktulmaktadır. Bulgar yönetimi, Pomak
Türklerine mensup çocukların Türkçe derslere devam etmelerini
engellemektedir. Bulgaristan radyosu, haftada birkaç saat Türkçe yayın
yapmaktadır. Taahüt edimesine rağmen benzer yayınlar, Bulgar devlet televizyon
kanalında henüz başlamamıştır. Buna karşılık Türk köyleri, büyük uydu
antenleri almak sureti ile Türkiye’de yayın yapan televizyon
kanallarını izleyebilmektedir. Böylece Türkiye ile milli ve manevi bağların
kuvvetlendirilmesi ve daha güzel Türkçe konuşulması mümkün olabilmektedir. Yasal
bir engel olmamasına rağmen Bulgaristan Türkleri, henüz özel bir radya
istasyonu veya televizyon kanalına sahip bulunmamaktadır (Turan, 1995: 299). 1992
resmi nüfus sayımına göre Bulgaristan’da, toplam nüfusun %13’üne
tekabül eden 1.000.000 dolayında Türk yaşamaktadır. Ancak bu ülkede 2 milyonu
Türk olmak üzere 3 milyon dolayında Müslüman yaşadığı sanılmaktadır (Turan,
1997: 1745). Günümüzde Bulgaristan Türklerinin en önemli sorunlarının başında
işsizlik ve bunun sebep olduğu göç yer almaktadır. 1989 büyük göçünden bu
yana 200.000’in üzerinde soydaşımız ağır Türk vizesine rağmen
Türkiye’ye göçmüştür (Turan, 1995: 301). 1995 sonrası Bulgaristan
Türklerinin karşılaştığı önemli problemler şöyle özetlenebilir:
%90’lara varan işsizlik, aşırı yoksulluk, yüksek öğretimin paralı
olmasından dolayı bu eğitime devam edememe ve kültürel kimlikleri
koruyup-geliştirecek basın ve yayın organlarının olmaması. 1993 yılından
itibaren diğer Türk topluluklarında olduğu gibi Bulgaristan Türkleri arasından
da, Türkiye’ye yüksek öğrenim görmek için öğrenciler gelmiştir
(Hüseyin, 1995: 46). Ancak Türkiye’de bin dolayında yüksek öğretim
yapan soydaş çocuklarının diplama denklikleri henüz Bulgar makamlarınca
tanınmamıştır (Yenisoy, 1997: 1791). Günümüzde
Bulgaristan Türklerinin siyasi ve dini açıdan birlik sağlayamamaları,
soydaşlarımızın güvensizlik ve karamsarlık içinde olmalarına dayanmaktadır. Bulgaristan
Türkleri, 1990 sonrası çeşitli Hıristiyan misyonerlerin ilgi alanındadır. Bu
konuda Pomak Türkleri ve Müslüman Çingenelere, Bulgar hükümeti desteği ile de
özel bir önem ve öncelik verilmektedir (Turan, 1995: 301). Ayrıca Bulgar
yönetimi, Pomak Türklerini ayrı bir dini kurum altında teşkilatlanmasını
sağlamak sureti ile Türk birliğini bozmaya çalışmaktadır (Turan, 1997: 1748).
Diğer taraftan artık Bulgaristan Türkleri, dini liderlerini
seçebilmektedirler ve günümüzde bu görevi Fikri Salih Efendi yürütmektedir. Ayrıca
soydaşlarımız, daha önce gasbedilen vakıf mallarını geri alma çabası
içindedirler (Turan, 1995: 300). SONUÇ: TÜRKİYE’NİN
BULGARİSTAN TÜRKLERİ
POLİTİKASI Bulgaristan
Devleti, Rusya’nın sıcak denizlere açılma politikasının sonucu olarak
Osmanlı Tuna Vilayeti’nde kuruldu ve büyütüldü. Bu devletin suni olarak
oluşturulmasında Rusya, savaş da dahil her türlü maddi ve askeri desteği
sağlarken diğer büyük Avrupa devletleri de diplomatik katkı sağlamışlardır. Ancak
bu devletin sınırları dahilinde yaşayan Türk unsur, gerek
Bulgaristan’ın teşkili ve gerekse sonraki yıllarda Bulgarlar ve bölgede
çıkarları olan güçler tarafından büyük bir tehlike ve yok edilmesi gereken
düşman olarak algılanmıştır. Çünkü Türkler; Bulgaristan’ın suni olarak
teşkili sırasında çoğunlukta olduğu gibi diğer tüm zamanlarda da
küçümsenemiyecek bir oranı kapsıyorlardı. Bu makalede ele alınan tarihsel
seyri içinde Bulgaristan Türklüğü; Osmanlı dönemi, Neuilly Antlaşması sonrası
dönem ve 1989 sonrası demokratik dönem olarak üç ana devrede incelenmiştir. Osmanlı dönemi de, prenslik ve krallık
olmak üzere iki safhada ele alınabilir. Prenslik döneminde, Türk - Bulgar
ilişkilerinin odak noktasını Bulgaristan sınırları içinde yaşayan Türk
azınlığı oluşturmuştur. Gücü oranında Türkiye, bu bölgede yaşayan Türklerin
hak ve özgürlükleri, eğitim durumları ve dini faaliyetlerinin korunması yönünde
çaba göstermiştir. Ancak bölge Türkleri, genelde ağır Bulgar baskı ve zulmü
altında sıkıntılı günler geçirmiş, çok büyük oranlarda Bölgeden
Türkiye’ye göçler olmuştur. Krallık dönemi başında Türkiye,
Bulgaristan’ın bağımsızlığını tanıdığı 19 Nisan 1909 tarihli İstanbul
Prokotolüne; bölgede yaşayan Türklerin kültürel hak ve özgürlüklerini teminat
altına alan hükümler koymuştur. Bunu takip eden birkaç yıl içinde normal
seyreden Bulgaristan Türklerinin durumu, Balkan Savaşı’nın başlaması
ile tam bir felakete dönüşmüştür. Büyük saldırı ve katliamlara maruz kalan
soydaşlarımızın bir kısmı hayatlarını kaybederken, diğer önemli bir kısmı da
göç etmek zorunda kalmıştır. Böylece Bulgaristan’ın Türklerden
arındırılma ve boşaltılma işlemi sürmüştür. Ancak yine de bölgede
küçümsenemeyecek oranda Türk kalmıştır. Özet olarak Osmanlı döneminde
Bulgaristan Türkleri, baskı ve katliamlara maruz kalmış ve bunun sonucu
çoğunlukta bulundukları topraklardan boşaltılmış ve bölgede Rus çıkarlarına
uygun bir devlet kurulmuştur. I.
Dünya Savaşı’na Türklerle müttefik olarak giren ve yenilen Bulgarlar,
Savaş sonrası Neuilly Barış Antlaşmasını imzalamış ve bu anlaşma ile de
azınlıkların hak ve özgürlükleri teminat altına alınmıştır. Azınlıklara
yönelik politika ve uygulamalarda bir anayasa mahiyetinde olan bu anlaşma
hükümleri, antlaşmayı imzalayan taraflardan birisi olmamasına rağmen bölgede
yaşayan Türkleri de kapsamaktadır. Bu manada Neuilly Antlaşması’ndan
1989 yılısonlarına kadar, ülkede yaşanan önemli gelişmeler de dikkate alınarak,
Bulgaristan Türklerinin durumu ve genel problemleri dört safhada
incelenebilir. Bunlar: Çiftçi partisinin iktidarda bulunduğu dönem:
Bulgaristan Türkleri, en rahat günlerini bu dönemde yaşamışlardır. Bu dönemde
Türkler; kendi özel okullarında Türkçe eğitim yapabilmişler, sosyal ve
kültürel etkinliklerini geliştirebilmişler ve dini ibadetlerini özgürce icra
edebilmişlerdir. Yine bu dönemde Türkiye ve Bulgaristan arasında imzalanan
bir anlaşma ile de iki ülke arası göçlerin hukuki temelleri oluşturulmuştur. Ancak
1930’lardan sonra ülke yönetiminin değişmesi ile Türkler üzerindeki
baskılar da artmaya başlamıştır. Faşist dönem: Bu dönem,
Bulgaristan’ın Almanlar safında II. Dünya Savaşı’na girdiği ve
arkasından da ülkede bir komünist ihtilalin yaşandığı yılları da
kapsamaktadır. Türkler üzerindeki Bulgar baskısı, savaş ve kaos ortamı ile
daha da ağırlaşmış ve çekilmez bir hal almıştır. Ancak savaş şartlarından
ötürü Türk azınlık ülke dışına çıkamadığından herhangi bir göçte
yaşanmamıştır. 1946 - 70 arası devreyi kapsayan birinci sosyalist dönemde,
Bulgaristan Türkleri, hükümetin farklı ve çelişkilerle dolu bir azınlık
politika ve uygulamalarına maruz kalmışlardır. Okulları devletleştirilen ve
malları elinden alınan Türkler, Türkiye’ye göç etmek istemiş; ancak
büyük iş gücüne ihtiyaç duyan Bulgaristan, buna izin vermemiştir. Bu
atmosferde Türkler, Türkiye’ye göç isteklerini sürekli artırmışlar ve
arkasından 1951 büyük göçü yaşanmıştır. Bu göçle yaklaşık 250 bin kişiyi
adeta tehcir eden Bulgaristan, bir tarafdan Türklerin genel nüfus içindeki
oranını belirli bir seviyenin altında tutmayı; diğer taraftan da Kore
Savaşı’nda komünist bloğa karşı çarpışan Türkiye’yi
cezalandırmayı amaçlamıştır. Bu göçün ardından Bulgaristan taktik
değiştirerek tekrar Türkçe eğitime izin vermiş ve bölgede yaşayan Türkleri,
ileride Türkiye’de gerçekleşecek komünist bir devrimin öncüleri olarak
yetiştirmeye çalışmıştır. Ancak hesap tutmamış ve Türkler,
Azerbaycan’dan getirtilen Türk uzmanların da etkisiyle daha milliyetçi
yetişmişlerdir. Bunun üzerine bölge Türklerine yönelik Bulgar politikaları,
1956’dan itibaren yeniden değişerek Türk okulları kapatılmış ve Türkçe
eğitim yasaklanmıştır. Aynı dönemde Türkiye’nin içinde bulunduğu iç
istikrarsızlık ve kaos ortamı, soydaşlarının hakkını korumayı engellemiştir. Bu
dönemin sonuna doğru Bulgaristan Türkleri, tekrar Türkiye’ye israrla
göç istemişler ve bunun üzerine uzun görüşme ve müzakereler neticesinde
Türkiye ve Bulgaristan arasında “1968 Göç Anlaşması”
imzalanmıştır. Özetle bu dönem, insan haklarının olmadığı totaliter bir rejim
altında Bulgaristan Türklüğünün ezildiği ve Türkiye’ye göçe zorlandığı
yıllar olmuştur. Türk hükümeti, soydaşlarının hakkını korumada son çare
olarak göçü kabul etmiştir. 1970 - 89 yıllarını kapsayan ikinci sosyalist dönem,
Bulgaristan Türkleri açısından tam bir felaket dönemi olmuştur. Slav
kültürüne sahip homejen bir Bulgaristan yaratmayı arzulayan faşist Bulgar
yönetimi, bu planı önce teşvik ve psikolojik yöntemlerle denemiş; ancak bunun
netice vermemesi üzerine kan ve katliamla gerçekleştirmeye çalışmıştır. Ülkedeki
tüm azınlıkların adları değiştirildikten sonra 1984-85 arası aynı işlem büyük
Türk kitleleri üzerine uygulanmıştır. Bunu kabul etmeyenler ise ağır cezalara
çarptırılmış veya çeşitli yöntemlerle öldürülmüştür. Konunu duyulması üzerine
Türkiye, Bulgar hükümeti ve uluslararası kurumlar nezdinde her türlü
girişimde bulunmuş ve soydaşlarının haklarını korumaya çalışmıştır. Ancak tüm
bu çabaların neticesi geciktikçe gecikmiş ve nihayet beş yıl aradan sonra 1989’da
yeniden büyük bir soydaş kitlesi Bulgaristan’dan Türkiye’ye
göçmüştür. Bu soydaşlara imkanlar nisbetinde her türlü maddi ve manevi destek
sağlanmış; ileriki yıllarda bunların bazıları Türkiye’ye yerleşirken,
bir kısmı da Bulgaristan’a geri dönmüştür. 1989
sonlarına doğru Bulgaristan’daki sosyalist görünümlü şoven rejim
yıkılmış ve demokratik hayata
geçilmiştir. Bu durum, Bulgaristan Türkleri ve Türkiye tarafından memnunlukla
karşılanmıştır. Böylece Türkler, adlarını tekrar kullanma, Türkçe eğitim yapma
ve dini ibadetlerini yürütebilme hak ve özgürlüklerini yeniden
kazanmışlardır. Bu dönemle birlikte siyasal ve sosyal örgütlenmelerini de
gerçekleştiren soydaşlarımız, 1991 seçimlerinde parlamentoya 24 milletvekili
sokabilmişlerdir. Ancak, geçiş döneminin de etkisiyle, müteakip yıllarda
başgösteren kaos dönemi tüm ülkede olduğu gibi Bulgaristan Türkleri arasında
da sıkıntılara sebep olmuştur. 1997 seçimleri sonrası ülke nisbeten huzur
bulmuştur. Günümüzde Bulgaristan Türklerinin ekonomiden eğitime birçok sorunları
olmakla birlikte kültürel ve dini hak ve özgürlüğe sahip bulunmaktadırlar. Türkiye
ve Bulgaristan arasında hemen her alanda ilişkilerin iyi seyretmesi de
soydaşların haklarının korunmasına katkı sağlamaktadır. Özet olarak
Bulgaristan Türkleri, genellikle baskı ve zulüm altında kalmış,
Türkiye’nin bu konudaki girişimleri Bulgar yönetimleri tarfından iç
işlerine müdahale şeklinde algılanmış (veya propoganda amaçlı böyle lanse
edilmiş) ve bunun üzerine son çare olarak bir çok göçler yaşanmıştır. KAYNAKLAR AYDIN, Mahir (1992). Şarki
Rumeli Vilayeti, T.T.K. Basımevi, Ankara. ÇAVUŞ, İsmail (Temmuz-Ağustos 1997). “Hayal
Değirmenleri Durdu”, Yeni Türkiye,
Yıl 3, Sayı 16, Ankara. CREED, Gerald W. (1990). “The Bases of Bulgaria’s Ethnic Policies”, NEWSLETTER of the E. EURO ANTHROP. G., V.9, N. 2, (http://www.depaul.edu/~rrotenbe/aeer/aeer9_2.html). EMINOV, Ali (1990). “Nationality Policy in the EROĞLU, Hamza (1987). “Milletlerarası Hukuk Açısında
Bulgaristan’daki Türk Azınlığın Sorunu”, Bulgaristan’da
Türk Varlığı Bildiriler Kitabı, 7 Haziran 1985, 2. Baskı, Atatürk
Kültür ve Tarih Yüksek Kurumu, TTK Yayınları, VII. Dizi - Sa. 871, TTK
Basımevi, HÜSEYİN, Sadullah (1995). “Bulgaristan’da Durum ve
Bulgaristan’daki Türkler”, Balkan Öğrenci Mektubu,
Y.1, Yaz Özel Sayısı, http://www.emulateme.com/history/bulgahist.htm. KAHRAMANYOL, Mustafa (Temmuz-Ağustos 1997). “Tuhafetül
Siyaset”, Yeni Türkiye,
Yıl 3, Sayı 16, KEKİOĞLU, Osman (1985). Bulgaristantan’da
Türkler, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 642, Kültür
Eserleri Dizisi: 48, 1. Baskı, KORKUD, Refik (1986). Bulgar Yönetimi ve
Tarihi Yalan, Türkiye Fikir Ajansı, Tarihte Türk Bulgar İlişkileri,
Genenkurmay Basımevi, Ankara, 1976. ŞİMŞİR, Bilal N. (1985). Türk
Basınında Bulgaristan Türkleri, Başbakanlık Basın - Yayın ve
Enfermasyon Genel Müdürlüğü, Başbakanlık Basımevi, Ankara. ŞİMŞİR, Bilal N. (1986). Bulgaristan
Türkleri (1878 - 1985), I. Baskı, Bilgi Yayınevi, İst. ŞİMŞİR, Bilal N. (1987). “Bulgaristan Türkleri ve
Göç Sorunu”, Bulgaristan’da
Türk Varlığı Bildiriler Kitabı, 7 Haziran 1985, 2. Baskı, Atatürk
Kültür ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, VII. Dizi - Sayı
871, T. T. K. Basımevi, Ankara. TOĞROL, Beğlan (1989). 112 Yıllık
Göç (1878 - 1989), Boğaziçi Üniv. Matbaası, İstanbul. TOĞROL, Beğlan (1991). DİRENİŞ -
Bulgaristan Türklerinin 114 Yıllık Onur Mücadelesinin Karşılaştırılmalı
Psikolojik İncelenmesi, Boğaziçi Ü. Matbaası, İstanbul. TURAN, Muzaffer (1996). “Balkanlarda Bin Yıllık
Türk Kültürü”, Tarih Boyunca
Balkanlardan Kafkaslara Türk Dünyası Semineri, İstanbul Üniv. Edebiyat
Fakültesi Tarih Araştırma Merkezi, İstanbul. TURAN, Ömer (1995). “Bulgaristan Türklerinin
Bugünkü Durumu”, Yeni Türkiye,
Yıl 1, Sayı 3, Ankara. TURAN, Ömer (Temmuz-Ağustos 1997). “Balkan
Türklerinin Dini Meseleleri”, Yeni Türkiye,
Yıl 3, Sayı 16, Ankara. ÜNAL, Tahsin (1977). Türk
Siyasi Tarihi 1700-1958, Emel Yayınları, 4. Baskı, Ankara. Yeni Türk Ansiklopedisi,
Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1985, Cilt 5, 8. YENİSOY, Hayriye S. (Temmuz-Ağustos 1997). “Bulgaristan
Türklerinin Eğitim ve Kültür Tarihinden Sayfalar”, Yeni
Türkiye, Yıl 3, Sayı 16, Ankara. |